‘Balfour Deklarasyonu Nedir’

İngilizler ve Rotschild..
Ortadoğu’da bir Yahudi devlet kurulmasıyla ilgili belki de ilk resmi açıklama, 2 Kasım 1917’de İngiltere’den geldi.
Dışişleri Bakanı James Balfour, ünlü Yahudi milyarderi Rotschild’e bir mektup gönderdi ve Filistin toprakları üzerinde bir Yahudi devletine İngiliz Kabinesinin onay verdiğini bildirdi.
Deklarasyon aynen şöyle:
‘Sevgili Lord Rotschild,
Yahudi Siyonist beklentilere uyum gösteren aşağıdaki bildirinin Majeste’nin hükümeti tarafından bakanlar kuruluna sunulduğunu ve kabul edildiğini bildirmekten zevk duyarım. Majestelerinin hükümeti Filistin’de Yahudi halk için ulusal bir yurt kurulmasının lehindedir ve bu amaca ulaşılabilmesi için gerekenleri elinden geldiğince yapacaktır. Filistin’de bulunan Yahudi olmayan toplumların medeni ve dinsel haklarına yönelik tarafgirliğe ve her hangi bir ülkedeki Yahudilerin sahip olduğu haklara ve siyasal konuma halel getirilmesine meydan verilmeyeceğinin bilinmesi gerekir. Bu bildiriyi Siyonist Federasyona iletirseniz size müteşekkir olurum.
Saygılarımla. Arthur James Balfour.’
Bu bildiri iyi güzel hoştu da ama bu projenin Ortadoğu’daki ülkeleri bugün tanık olduğumuz olaylara sürükleyebileceğini o zamanlar kimse düşünmemişti…
Ortadoğu’ya bakıldığında, kimi bu olaylara ‘küresel terör’ diyor kimi de aksine ‘demokrasi geliyor’ diyor ama yakından bakıldığında bölgede kan ve ateşten başka bir şey görülmüyor. ABD başta olmak üzere, uluslararası koalisyon güçlerinin müdahaleleri sonucu özellikle Irak ve Suriye’de katliam ötesi iç savaşlar yaşanıyor. Bu savaşları Mısır, Yemen ve Libya’dakiler izliyor.
Milyonlarca insan öldürüldü hala öldürülüyor ama Batı dünyasından hiç ses çıkmıyor.
Niye ki?
Olaylara uzaktan bakıldığında, bu yangının sadece belli bir ülke sınırları içerisinde değil, Nil’den Fırat’a yani Mısır’dan Irak’a uzanan bir coğrafyada yaşandığı görülüyor. Belki de yangının kör noktası bu; ‘Nil’den Fırat’a Vaat edilmiş topraklar’… Yani 2.500 yıl öncesinde gün yüzüne çıkmış Tevrat’tan temel alıp bugünkü İsrail’e uzanan küresel bir siyasetin merkez coğrafyası burası olduğu için –haklı olarak- dikkatler yine 1917’deki Balfour Deklarasyonu’na ve perde arkasına çekiliyor.
Şimdi yıl 1914…
İngilizler Birinci Dünya Harbi’ne girerken masaüstünde bir İsrail Projesi zaten hazırdı. 1897’de Basel’de toplanan Siyonist kongrede bir Yahudi devletin kurulması kararı alınmış ve dünyaya ilan edilmişti. İngilizler büyük harpte Ortadoğu’ya işte bu bakışla girdiler ve bu hesap tutmuş olsaydı İsrail 1948’de değil belki de 1917’de kurulmuş olacaktı. Ama olmadı…
Bu noktada dikkat çekici olan İsrail’in kuruluş süreciyle Osmanlı’nın yıkılış sürecinin bir bütünde iki ayrılmaz parça oluşudur. Çünkü biri yıkılmadan diğerinin kurulabilmesi mümkün olmuyor.
Filistin, Osmanlı toprağıydı. Osmanlı düşmeden İsrail yükselemiyordu. Belki isteselerdi – zorlamayla da olsa- bir Yahudi bir devlet ta o zamanlar da kurulabilecekti ama yine sorun çıkacaktı.
Bu coğrafyada bu devlet nasıl yaşatılacaktı?
Filistin, Kudüs merkezli bir coğrafya ve bu coğrafyanın etrafı Müslüman ülkelerle çevrili; etrafında müttefiki olmayan yapayalnız bir İsrail varlığını nasıl sürdürebilecekti?
İşte bu nedenle ve tam da bu noktada Osmanlı devreye giriyor; toprakları tümden ele geçirilirse eğer, sonrasında kurulması olası küçük küçük devletler ve yeni yönetimlerle İsrail ayakta durabiliyor, yaşayabiliyor hatta yükselebiliyor.
Bu nedenle İngilizler önce Osmanlı topraklarını bütünüyle ele geçirmeyi, sonra İsrail devletini kurmayı planladılar. Ancak savaşın gidişatı karşısında Balfour Deklarasyonu erken doğmuş sağlıksız bir bebek gibi oldu, yürüyemedi, büyük harp 1918’te bitti ama o yaşayamadı.
Bu nokta önemli çünkü Ortadoğu’nun küresel paylaşımında o yıllar itibariyle bir Ermenistan projesi yoktu, bir Kürdistan projesi de yoktu ama bir İsrail projesi hep masadaydı…
Tarihsel derinlik, siyasi ve teo-stratejik açıdan da Filistin’de bir Yahudi devlet planının diğer iki projeye oranla çok daha derin köklere uzandığı görülüyor. Sınırları belli ve ayakları yere basan bir Ermeni ve Kürt projelerinin ise büyük harpten sonra zorunlu nedenlerden dolayı ortaya atılmış olduğu anlaşılıyor. Zorunlu neden ise İngilizlerin Osmanlı topraklarını tek başına ele geçirmeye güçlerinin yetmeyişi oluyor.
Sade bir bakışla, İngilizler için harbin başında iki hedef vardı; Almanya’yı durdurmak ve Osmanlı topraklarını ele geçirmek!..
Bunun için önce Osmanlı İmparatorluğunu işgal edip Almanya’yı yalnızlaştırmak gerekiyordu. Bu amaçla Osmanlı ilk hedef seçildi.
Bu aynı zamanda İngiliz sömürgeciliği için de büyük bir fırsat oldu, bir taşla iki kuş vurabilmek gibi. Düşünsenize bir yanda kutsal topraklar, diğer yanda Akdeniz’den Hindistan’a uzanan yollar ve zengin enerji kaynakları…
Tabi burada Osmanlı derken başta İstanbul ve Boğazları, Anadolu, Ege ve Akdeniz, Kızıldeniz’den Basra Körfezine hem denizden hem de karadan uzanan kaynaklarıyla zengin stratejik bir coğrafyayı düşünmeli. Üstüne de Nil’den Fırat’a vaat edilmiş kutsal toprakları da eklemeli. Sadece bu açıdan bakılsa dahi işin dönüp dolaşıp yine 1917 Balfour deklarasyonuna geldiği görülür yani İsrail’e…
Rusların savaştaki hedefine gelince…
Her ne kadar İngilizlerle aynı çizgide olsa da, onlar için öncelikli hedef Osmanlı’nın güneyi değil kuzeyi idi yani Karadeniz, Doğu Anadolu, İstanbul ve Boğazlar derken aşağıya doğru sarkıp Akdeniz’de yeni üsler kurmak. Ruslar için bu öncelik yeni bir şey değildi, tarihi çok eskilere dayanıyordu, Çar Deli Petro’nun vasiyetine kadar.
Almanya’ya gelince…
Baştan beri savaş stratejisi belliydi; bir yanda doğrudan saldırılarla irili ufaklı ülkeleri işgal edip batıda İngilizleri yalnızlaştırmak, doğuda da Rus kuvvetlerini yenip topraklarına girmek. Sonrası Avrupa’dan Asya’ya, Afrika ve Ortadoğu’ya uzanan bir dünya imparatorluğuna gidiyor tıpkı bugün ABD’nin ya da Rusya’nın farklı biçimde de olsa aynen kurmayı düşlediği gibi.
İşte bu nedenle Almanlar Osmanlı’yı yanına çekti ve Osmanlı ordularını İngiliz ve Ruslara karşı harekete geçirip savaş cephesini genişletti. Böylece kendini hedef alan güçleri dağıtıp parçalamayı düşündü.
Bakınız büyük harpte Osmanlı’ya..
Mısır ve Basra’da sonradan Çanakkale’de İngilizlere karşı, Doğu ve Güneydoğu Anadolu ile Kafkaslarda ise Ruslara karşı açılan cephelerde savaşıyordu. Kelimenin en sade haliyle Osmanlı, İngiliz ve Rus kuvvetlerini oyalıyordu.
Ve harbin ilk günleri Almanların beklediği gibi geçti; İngiliz ve Ruslar kuvvetlerinin önemli bir kısmını asıl cepheden çekip Osmanlı orduları ile savaşmak için ayırmak zorunda kaldılar…
Peki ya Osmanlı?
Görülen ve bilenen o ki Osmanlı’nın tek hedefi vardı; topraklarını korumak!
Bu olmaz ise bir kısmından vazgeçmek ama mutlaka –sınırlı topraklar üzerinde de olsa- Saltanat ve Saray’ı elde tutmak!..
Ancak Osmanlı eski Osmanlı değildi ki emperyal hedefler kendine seçebilsin. Sürekli geri çekiliyor ve her geri çekilme sonrasında topraklarını kaybediyordu. Osmanlı dağılıyordu. Müttefik olduğu Almanya büyük harbi kazanırsa belki topraklarını koruyabilecek, Saltanat ve Saray’ı elde tutabilecekti. Ama bu da olmadı…
Tüm bunların yanı sıra…
Osmanlı topraklarını ele geçirmek deyince, İngiliz ve Ruslar açısından kutsal toprakları ve mekanları ele geçirmek şeklinde de düşünmeli. Hem Hristiyanlığın hem de Museviliğin tüm kutsal sayılan mekanlarının büyük bir çoğunluğu Osmanlı toprakları içinde değil miydi?
Dolayısıyla İngiliz ve Ruslar açısından büyük harbin bir hedefinin de başta Kudüs ve çevresi olmak üzere Anadolu’da Hıristiyanlığın ve Museviliğin izlerini taşıyan kutsal mekanlarla, Mekke ve Medine’deki Müslümanların kutsallarını da ele geçirmek olduğu dikkate alınmalı. Düşünsenize bir Efes’teki Meryem Ana Kilisesinin Hristiyanlar için önemini, Ayasofya’nın Fener Rum Patrikhanesi açısından kıymetini ve Anadolu’da İsrail’e müttefik bir yönetimin işbaşına getirilmesi halinde zaten şimdi ittifak halinde olan Hristiyan ve Musevi aleminin nasıl canlanacağını…
Yani meselenin bir de kutsallar boyutu var ve kutsala hakim olan hem bu coğrafyayı ve hem de bu coğrafyadaki insanları daha kolay yönetebiliyor.
Öte yanda…
Birinci Dünya Harbi’ne girerken İngilizlerin bir Kürdistan ya da bir Ermenistan projesinin olmadığını biliyoruz. Her ne kadar Osmanlı topraklarında yaşayan ve Osmanlı ana kimlik çatısında toplanan insanların etnik, dini ve mezhepsel ayrıştırılma çabaları son iki yüz yıla yayılmış olsa da, harbin başında Ermenilere ya da Kürtlere ayrı bir devlet kurmak için yola çıkılmış değildi. Bu küresel emperyalist projeler dediğim gibi harbin sonunda ortaya çıktı..
Başta planladıkları gibi Osmanlı ele geçiremeyince, uzun yıllar öncesinde tespit ve tahrik edilmiş yerli işbirlikçileri içeriden harekete geçirmek düşüncesi İngilizler tarafından ortaya atıldı, ardından Rusların ilgi odağı oldu.
Hatırlayınız 1918’i, Mondros’u, Sevr’i…
Dünya Harbi 1918’te bitti ama Osmanlı için harp bitmedi.
Mondros sadece bir ateşkes idi yani savaşa ara verildi.
Ateşkes’le birlikte içeriden isyanlar tetiklendi, dışarıdan yeni işgaller başladı.
Yine de güçleri yetmeyince bu kez Sevr başlığı altında Ermenistan ve Kürdistan projeleri ortaya atılarak düşünüldüğü gibi yerli işbirlikçiler harekete geçirildi. Böylece baştaki hedeflere ulaşabilmek için savaş yeniden alevlendirildi. Oysaki aynı güçler Almanya ile barış antlaşması yapmış ve büyük savaşı sonlandırmıştı ama Osmanlı ile bu barış hiç yapılmadı hala da bu barış ufukta görülmüyor.
Konuya bir başka açıdan şöyle de yaklaşılabilir..
Bakınız Ulu Önder Atatürk’ün cumhuriyeti kurulduktan vefatına kadar geçen süreye…
Bu süreç baştan sona bu küresel projeleri gerçekleştirebilmek için devlete karşı çıkartılmış isyanlarla doludur.
Ve ilginçtir; bu isyanları tertipleyenlerin tamamı aynı tarikatın şeyhleridir ve bu şeyhlerin İngiliz, Rus hatta İsrail ile bağlantıları da ortadadır. Ama aynı tarikat şeyhlerinin büyük harp öncesinde ya da sırasında çıkardıkları dikkate değer bir isyan ise nedense yoktur.
Peki neden?
Burada görülen mesele şudur; 1918 Mondros Mütarekesi Osmanlı’nın ölüm fermanı olmuştur. İmparatorluğun dağılacağını fırsat bilen her farklı ve elverişli etnik ya da dinsel kimlik kışkırtılarak harekete geçirilmiştir. Ancak bu noktada asıl amaç yine farklı kimliklere dayalı Anadolu’da ayrı bir devlet kurmak değil, Büyük İsrail projesini hayata geçirebilmektir. Ama bu ayaklar da olmadan Büyük İsrail olamayacağı için, Doğu Anadolu’da farklı kimlikler üzerine oyunu bu nedenle kurdular, Sevr planıyla bir Ermeni ve bir Kürt devleti tezgahını tetiklediler.
Peki, hal böyleyse eğer, Filistin toprakları üzerinde bir İsrail Devleti projesini bu İngilizler daha 1917’de neden ortaya attılar?
Bu tamamen Çarlık Rusya’nın savaştan çekilmesi üzerine yalnız kalan İngilizlerin güçlü ABD desteğini bu bölgeye çekebilmek ve Osmanlı devletini toptan düşürebilmek kurgulanmış bir hamledir.
Ama yürümedi, ABD gelmedi, Osmanlı düşürülemedi ve iş 1918’e uzandı…
Türkiye’nin bugün karşı karşıya kaldığı Ermenistan ve Kürdistan tezgahının arkasında işte ta o zamanlar kurulması planlanan İsrail’in olduğu hep akılda tutulmalıdır. Bugün Ortadoğu’da yaşanılan savaşların da ardında bu projenin bulunduğu, çok köklü tarihsel ve teo-stratejik bir temele sahip olan bu İsrail projesinin gözardı edilebilecek bir yanının olmadığı da bilinmelidir. Zaten bugünü anlayabilmenin gerçek yolu da buradan geçiyor, bu nedenle bazı konuların üzerine basa basa söylemek ihtiyacı duyuyor insan. Çünkü tehlike görülmeden mücadele edilemiyor.
Hoş, bu İsrail devleti bir gün zaten kurulacaktı, küresel işleyiş bunu açık gösteriyordu ama şimdi durum daha farklı:
Cumhuriyetin kuruluşuyla çöken İsrail projesi için bugün hem süreç geliştiriliyor hem müttefik ve işbirlikçi yönetimler hazırlanıyor hem de İsrail Devletinin kuruluşuna o zamanlar köstek olanlara karşı da bir intikam hissi geliştiriyor.
Öyle ya, İsrail düşüncesine göre bu dünyada hangi güç İsrail’e köstek olabilirdi!
Kim buna cüret edebilirdi!
Bu köstekçilere öyle bir ders verilmeliydi ki ibret olsun, bu coğrafyada bir daha asla hiç kimse böyle bir cürete kalkışamasın!
Ne de olsa İsrailoğulları Tanrı’nın seçilmiş halkıydı, İsrail’in Tanrısı da hep onun yanındaydı!..
Bunları ben söylemiyorum, Tevrat’ı açıp okursanız, İsrail’in Tanrısı işte öyle diyor.
Bir de buna İngiliz ve Rus emellerini eklerseniz, bir de yanına eski Bizans’ın Konstantinopolis çığlıkları koyarsanız, Türkiye nasıl bir tehditle bugün karşı karşıyadır, açık görülebilir…
Özetle…
1917’de İsrail kurulamadı ta ki İkinci Dünya Harbi sonrasına kadar…
Ve kuruluşuyla birlikte hemen Eğitim Öğretim İkili Anlaşması imzalanacak,
ABD Ankara Büyükelçisi Komisyon Başkanı yapılacak,
Cumhuriyet Okulları kapatılıp yerine Tarikatlar yer yüzüne çıkacaktır.
Bu coğrafya hiçbir şey tesadüfen olmaz.
Sürecek..
Erdal Sarızeybek
Araştırmacı Yazar,
Menora/ Işığın Gölgesindeki Darbe