Bilmediklerimiz.. ‘Seyyid Abdulkadir Kimdir’

Tarih: 27 Eylül 2017. Yer: Beştepe/ Ankara.
Usta ‘2017-2018 Akademik Yılı Açılış Töreni’nde konuşuyor ve Mesud Barzani’nin bağımsızlık referandumuna ilişkin olarak ‘İhtimal vermiyorduk, yanılmışız’ diyordu.
Öfkeliydi, hiddetten yüzü kızarmış, bir yandan yumruğunu masaya vuruyor öte yanda işaret parmağını ileriye doğru uzatarak ‘senin canına okuyacağım’ dercesine sallıyordu.
Ben ise şaşkın, açmış gözlerimi izliyordum.
Şaşkınlıkla diyorum, doğrudur çünkü Usta’nın bu ‘ihanet’ çıkışından çok değil daha dört yıl öncesinde ‘Kürdistan lideri hoşgeldiniz’ deyip Barzani’yi kucaklayışı, ‘biriz beraberiz’ diyerek sarılışı gözlerimin önüne geldikçe…
Hatırlayınız Arınç’ın gözyaşlarını hatta Usta’nın çıktığı koltukla sahneye fırlayan Şivan Perver ile İbrahim Tatlıses’in attığı ‘Megri Megri’ çığlıklarını… kulaklarımız hala çınlıyor.
Diyarbakır’dan devam edelim..
Usta hala Diyarbakır’daydı. Barzani’yi kucaklıyor ve mahşere kadar birlikte olduklarını ilan ediyordu.
Bugünkü öfkesi ve hiddetinden hiç eser olmasa bile, bu da bir ilkti.
Adres gösteriyordu, Kuzey Irak. İsimlendiriyordu, Kürdistan.
Ve kararlıydı mezara kadar.
Gerçi son zamanlarda bu deyişler sıradanlaştı. Çok sık dile düştü hatta ‘Kürdistan’ lafı üzerinden örgütün siyasi ayağına ‘Defolun gidin, Irak kuzeyinde Kürdistan var’ bile denildi ama bu mesele taşıdığı önemi yine de hiç kaybetmedi. Aksine gündemde tutuluyor oluşu daha dikkat çekici kıldı.
Hele ki Binali Yıldırım’ın Usta’yı bir adım geçip seçim çalışması için gittiği Diyarbakır’da ‘Lazistan ve Kürdistan’ kelimelerini birlikte telaffuz edişiyse bu dikkati daha da pekiştirdi, öne çıkardı.
Sahi Yıldırım niye böyle bir şey yaptı, hiç düşündünüz mü?
Öyle ya bu iki kelime yan yana telaffuz edileli bir yüz yıl geçmiş ta Sevr işgal planıyla bir projeye dahi bağlanmış olsa da ömrü çok sürmemiş, kurtuluş savaşıyla sonuçsuz bırakılmış bir meseleydi. Şimdi eski defterleri açmanın alemi neydi ki?
Ama mutlaka bir anlamı olmalıydı yoksa durup dururken bunu niye desin ki?..
Birinci büyük harp yıllarıydı…
Mondros ateşkesinin imzalandığı sözüm ona barışı sağlamak adına peş peşe toplantıların yapıldığı yıllar. Londra hareketliydi. ‘Hasta Adam’ dedikleri koca imparatorluk boylu boyunca masaya yatırılmış payını bir an önce alabilme telaşındaki Fransız Delegasyonu Başkanı B. Cambon ‘Kürdistan bağımsız olacak mı?’ diye soruyordu.
Cevabı İngiliz Dışişleri Bakanı Lord Curzon’dan geldi; ‘Kürdistan sorunu henüz çözümlenmedi.’
Ardından yine bir başka Fransız , B. Berthelot söz aldı ve ‘Bu yeni bir proje, Kürdistan yeni bir öğedir. Bölgede madenler vardır. Geleceği Skyes-Picot Anlaşması ile çizilmiş değildir’ diyerek Osmanlı ülkesinde var olan enerji kaynaklarına dikkati çekti.
Mesele buydu, madenler üzerinde kim söz sahibi olacaktı, Fransa mı, İngiltere mi?
Servet büyüktü, adil bölüşümü zordu. Anlaşmadılar toplantı ertelendi.
Ertesi gün sıra Ermenistan’a geldi. Ermenistan kurulacaktı, üstüne de Doğu Karadeniz’de ‘Özerk Laz Devleti’’[1].
İşte Yıldırım’ın Diyarbakır’da kullandığı ifade bize tarihte yaşanmış bu olayları hatırlatıyor…
İşin ilginç yanı bu bitişik söylem, Cumhuriyet tarihinde Şeyh Said isyanı öncesinde Seyit Abdulkadir tarafından da dillendirilmişti. İsyana dinsel bir görüntü verilmesini isteyen Abdulkadir, Şeyh Sait’in oğlu Ali Rıza ile yaptığı görüşmede desteğini ifade etmiş ve Mustafa Kemal Paşa aleyhine yazılmış bildirileri halka dağıtılmak üzere göndermişti.
İçinde Lazistan geçiyordu;
‘…Sağda-solda kanlı çarpışmalar devam ediyor, hükümet sizden saklıyor. Hiç beklemeyin, birbirinizle haberleşerek civarınızdaki askerleri teslim alın.
Arslan gibi harbeden Kürt kardeşlerinizin imdadına yetişin. Lazistan, aylardan beri kan ve ateş içindedir. Dindar Türk neferleri din kardeşlerine kurşun atmıyor, teslim oluyorlar. Dinine bağlı Türk ahalisi, fikren ve kalben sizinle beraberdir…
Zaptedeceğiniz Türk topları, Türk tüfenkleri, Türk mühimmatı, size kafidir. Rehberiniz Muhammed, yardımcınız Allah’tır’.[2]
Bu bir başka algı operasyonu olmalıydı yani ’Kürdistan’ denildiği anda tarih hafızasına sahip olan bir aklın doğal olarak Ermenileri ardından Lazistan’ı çağrıştırması isteniyordu.
Tabii biz Yıldırım’ın ta yüzyıl önce bitişik olan bu kelimeleri neden şimdi aynı edayla kullandığını bilemiyoruz ama mutlaka bir anlamı olduğunu biliyoruz.
Kürdistan, Özerk Laz Devleti ve Ermenistan. Anadolu’yu işgale giden yoldu bu.
Nihayetinde.. Mondros Ateşkes Anlaşması ,30 Ekim 1918, Limni adasının Mondros limanında, İngiliz Amiral gemisi Superb zırhlısında imzalandı. Halbuki Mustafa Kemal Paşa bu anlaşmaya karşıydı. Saray’la aynı fikirde değildi. Bu ateşkesin kayıtsız şartsız teslimiyet olduğunu düşünüyordu.
Tarihe not düşen ifadesi aynen şöyle;
‘Bu antlaşmayı baştan sona incelediğimde bende meydana gelen kanaat şu idi; Devlet-i Aliye-i Osmaniye bu antlaşma ile kendini kayıtsız şartsız düşmanlara teslim etmeye razı olmuştur. Yalnız razı olmamış, düşmanların memleketi işgali için ona yardım da vaat etmiştir. Bu beni çok hazin düşüncelere sevk etti.’
Ama Saray bu işte, dinlemedi tıpkı Fahreddin Paşa vakasında dinlemediği gibi.
55 parçalık işgal donanması dört ayrı devlete ait 3.550 işgal askeriyle Beyoğlu’na doğru yürüyüşe geçmiş. Beyoğlu Yunan bayraklarıyla donatılmış. İşgalcileri gören Rumlar ve Ermeniler coşmuştu. İ
Derken bu mütareke ile birlikte İstanbul’da adı Kürt ve Kürdistan’la başlayan peş peşe cemiyetler kuruldu. Kürdistan Teali Cemiyeti(1918), Kürdistan Cemiyeti(1918), Kürt Neşr-i Maarif Cemiyeti(1919), Kürt Talebe Hevi Cemiyeti(1919), Kürt Kadınlar Teali Cemiyeti(1919), Kürt Milli Fırkası(1919).
Kürdistan Teali Cemiyetinin kurucu başkanı, Babanlar ve Bedirhanların gölgesindeki Seyit Abdulkadir idi. Bu cemiyet ’Kürtlerin genel çıkarlarının gözetilmesi ve milli davanın desteklenmesi, bu gayeye ulaşmak için dergi, gazete, kitap yayınlanması, Kürtçe eğitim verecek okulların açılması’ gibi bugün de hep söylenegelen demokratik çözüm temelinde inşa edilmişti.
Dr. Bilal Şimşir’e göre ise bu cemiyetin gerçek amacı farklıydı;
‘Bu cemiyet, Türkiye’yi parçalamak amacıyla kurulmuştur. Osmanlı Devleti’nin çöküş döneminin bir ürünüdür. Türkiye’yi parçalama sürecinin sonuna yaklaşıldığı günlerde, Sevr Barış Antlaşması’nın son hazırlıklarının yapıldığı bir sırada siyaset sahnesine sürülmüştür.
Adından da anlaşılacağı gibi, cemiyetin gerçek amacı Anadolu topraklarında bir Kürdistan yaratmak, İngiliz emperyalizminin Türkiye’yi parçalama emellerine içeriden yardımcı olmaktır’
Bir yanda işgal biryanda siyasi Kürtçülük görünümünde ortaya çıkan bu tablodan, asıl hedefi Anadolu’yu ele geçirmek olan İngilizlerin Mondros’la birlikte işbirlikçi siyasi ayaklarını bulduğunu ve bu seçilmiş ayakların da hemen işe koyulduğunu anlıyoruz.
Bu süreç işgale karşı direnişlerin başlatan Gazi Mustafa Kemal Paşa’nın Samsun’a çıkışıyla eşzamanlıdır.
Seyit Abdulkadir devrededir. Milli mücadeleye karşı bilindik tavrıyla İngilizlerle iş birliği halindedir.
Öte yanında Saray vardır Amiral de Robeck’in Lord Curzon’a çektiği şu mesaj bunu gösteriyor;
‘Damat Ferit Paşa ve Seyit Abdulkadir ile görüştüm. Ferit Paşa, Diyarbakır, Harput ve Muş bölgelerindeki Kürtleri Türk milli hareketine karşı kışkırtmak istiyor. Bunun İngiliz politikasına uygun düşüp düşmediğini soruyor. Seyit Abdulkadir ise millicilere karşı harekete geçmeye hazır, ancak bağımsız veya İngiliz mandasında bir Kürdistan’ı garanti etmedikçe Ferit Paşa ile birleşmek istemiyor. Durum sıkıntı verici.’[3]
Amiral de Robeck’in aynı gün aynı çizgide çektiği ikinci bir rapordan Anadolu’da artık isyan ateşinin yakılmış olduğu anlaşılıyor. Bu da bize İngilizlerin Mondros’tan çok daha ağır bir anlaşmayı dikte ettirebilmek için güç kazanmaya çalıştığını gösteriyor.
Dr. Bilal Şimşir’in bu konuda söylediği, ‘Türk kurtuluş savaşını çökertmek ve Sevr’i Türkiye’ye uygulatmak amacıyla İngilizler tarafından tertiplendi’ ifadesiyle bu düşüncelerimiz doğrulanıyor.
Şimşir’in, isyanları işgal süreciyle yan yana getirerek önümüze koyduğu tablo şu;
‘1920’de çıkarılan, içeriden ve dışarıdan körüklenen iç ayaklanmalar dizisinin sonuncusu Koçgiri ayaklanması olmuştur. Bu ayaklanma, 1920 sonlarında başlamış, 1921 yılında yoğunlaşmış, İnönü’ye doğru uzanan Yunan genel saldırılarıyla atbaşı beraber gelişmiş ve Londra Konferansı günlerine rastlamıştır.’[4]
İşin aslı Gazi Mustafa Kemal Atatürk tüm olan bitenlerin farkındaydı. Nutuk’ta, ‘Seyit Abdulkadir’i Türk tarihine kaydetmiş ve bu süreci gelecek nesillerimizin hafızasına şöyle nakşetmişti;
‘Efendiler… 1921 yılı başlarında da Koçgiri aşiretinin beylerinden Haydar Bey; İstanbul’da Seyit Abdulkadir’den aldığı talimat üzerine Alişan ve akrabasından Naki, Alişir ve daha başkaları ile birlikte isyan hareketine başladılar. Birçok kuvvetimiz bir taraftan Pontusçuları diğer taraftan da bu asileri izleyip ortadan kaldırmakla uğraşıyordu…’[5]
Burada Atatürk’ün kalemiyle Abdulkadir’in isminin zikredilmesi önemli.
Çünkü yine Nutuk’ta Anadolu’da çıkarılması planlanan ayaklanmalara Nakşibendi şeyhlerinin nasıl destek verdiği kayda alınmış ve tarikat şeyhlerinin milli mücadeleye karşı olduğu Türk tarihine şöyle yazılmıştır;
‘Efendiler…Diyelim ki bunların, isyanın patlak vermesinde aylarca önce, memleketin şurasında burasında yapılan gizli toplantılardan, Cemiyet-i Hafiye-i İslamiye[6] teşkilatından, İstanbul’da Nakşibendi şeyhlerinin yaptığı toplantıda, hazırlanacak ayaklanmaya yardım için söz verdiğinden …’
İsmi geçenlerden Seyit Abdulkadir’i tanıyoruz.
Tarikatın Anadolu Halifesi Seyit Taha’nın torunu, Osmanlı’ya isyan eden Şeyh Ubeydullah’ın oğlu. Mütareke yıllarında İngilizlerden yana taraf olmuş, Saray’ın desteğinde şahsi ve siyasi çıkarları uğruna işgale karşı direnişi baltalama planlarının odağına yerleşmişti. İngilizler onun faaliyetlerini önemsiyordu.
20 Şubat 1922’de, Amiral Bristol imzalı ABD Dışişleri Bakanlığı’na gönderilen bir rapor bunu bize gösteriyor;
‘…Yunanlılar, önemli bir zafer kazanırlarsa, Kürt isyanı, Türkiye’nin arkasını ciddi bir biçimde tehdit edebilir. Ancak Batı’daki savaş Türklerin lehine gelişirse, Türkler, ellerindeki yarım düzine yetenekli liderden biriyle Kürt Sorununa son verebilir. İngilizler, kuşkusuz bu durumu bilmektedirler. Gene de Kürt sorunu ile meşgul olduğu sürece Mustafa Kemal’in Musul’a el koyamayacağını düşünmektedirler. Dolayısıyla Kürt akımına yardımcı olmaktadırlar…’[7]
Rapor şöyle devam ediyor;
‘Sadrazam Damat Ferit Paşa, Kürt lider Seyit Abdulkadir’in milliyetçilere saldırmaya hazır olduğunu bildiriyor, bu planın Majesteleri hükümetine uygun olup olmadığını soruyor. Planın olumlu karşılanacağını umuyorum’.[8].
Büyük resme bu pencereden bakıldığında, bir yanda Türk Ordusunun Yunan’a karşı savaştığını, öte yanda Saray entrikalarıyla güç kazanan İngilizlerin Anadolu’yu işgal için Ermeni, Kürt, Laz projesine Gürcüleri de oyuna çektiğini görüyoruz.
Hep aynı süreçte Gürcü Cumhuriyeti temsilcisi Çeitze Barış Konferansı Başkanlığı’na gönderdiği dilekçe ile Artvin’i istiyordu. Bu sırada Kürt Teali Cemiyeti Başkan Yardımcısı Emin Ali Bedirhan da isyanları finanse edebilmek adına İngiliz Hükümeti’nden yardım talep ediyordu.
Durum bu.
Bir yanda işgal, bir yanda direniş, bir yanda isyan, bir yanda tarikat.
Bu bölümde açılan tüm bu pencerelerden baktığımızda, Türk’e karşı cephe almış yüzlerin açığa çıkışı açısından ilk büyük harbin bir dönüm noktası olduğunu anlıyoruz.
Türk’e karşı farklı etnik kimliklerle bir olup ittifak kuranların ve bu amaçla küresel güçlerle işbirliği yapanların gerçek yüzlerini bu süreçte görebiliyoruz.
Bu noktada, dağılmakta olan Osmanlı topraklarından bir parça da ben koparayım zihniyetiyle yola düşenlerin bu emellerine ulaşabilmek için kurduğu örgütler, bu örgütlerin tarikatla olan bağları ve küresel güçlerle geliştirdikleri ilişkilerin ilk büyük harbin öncesinde şekillendiği söyleyebiliriz.
Yine Kürdistan diye bir devlet kurmak için yola çıkan isimlerin Ermenilerle kurduğu ittifakın da bu süreçte ortaya çıktığına tanık oluyoruz.
İlginçtir, bunların başında Bedirhanoğlulları, Babanlar ve Seyit Taha devamları geliyor. Bu isimlerin ilk büyük harpte üstlendikleri rollerine bakıldığında, aile boyuyla geçmişten günümüz siyasetine geldiklerini görüyoruz;
Abdulkadir ahvadı:
Başta Seyit Abdulkadir(1851-1925), Abdulkadir’in büyük oğlu Seyit Mehmet, Abdulkadir’in küçük oğlu Seyit Abdullah, Seyit Taha(Büyük Seyit Taha’nın torunu).
Bedirhan ahvadı:
Mehmet Emin Ali(1851-1926), Emin Ali’nin büyük oğlu Süreyya, Emin Ali’nin ortanca oğlu Celadet, Emin Ali’nin küçük oğlu Kamuran, Bedirhan Paşa’nın oğulları sırasıyla Mikdat Mithad Evsed, Mehmet Ali, Abdurrahman, Murat Remzi, Hasan Nuri ve Halil Rami, Bedirhan Paşa’nın torunları Asaf Bedirhan ve Bedirhan Ali.
Baban ahvadı:
Babanzade Şükrü, Mustafa Zihni, Fuat, Hikmet, Aziz, Mahmut ve Cemil Paşa Ailesinden Ahmet Cemil, Ekrem Cemil ile Kadri Cemil. Diğer üyeler arasında Bediüzzaman Said(Said-i Kürdi), Dr. Mehmet Şükrü Sekban ve Çivilzade Mehmet Nuri( Baytar Nuri).[9]
Peçeleri düşen bu isimlere tarihin derin penceresinden bakıldığında tesadüfen bir araya gelmediklerini görüyoruz. Açılan bu pencere aralarında çok güçlü köken, din, tarih, coğrafya, yönetimsel ve eylemsel bağların olduğunu gösteriyor.
İlk dikkati çeken coğrafya. Hepsi aynı bölgeden, Kuzey Irak.
Dinsel bağları yan yana getirdiğinizde hepsi aynı tarikattan. Halidi Nakşibendi.
Hakimiyet kurdukları bölge insanları açısından yönetimsel olarak resme baktığınızda, yönetim gücünün bu isimler arasında pay edilmiş olduğunu görebiliyoruz ki bunların Baban ve Bedirhan gibi topraktan gücünü alan beyler, Abdulkadir gibi dinden gücünü alan şeyh ve seyitler olduğu ortaya çıkıyor.
Bu gizemli coğrafyada bir araya gelmiş olan bu yüzlerin etnik kökenlerine bakıldığında ise Abdulkadir hariç ki o da Kürt değil, bölgenin asli unsuru Türkler de bir yana, etnik kimlik olarak Ermenileri, Nesturileri, Yahudileri, Yezidileri, Keldanileri ve bir de Kürtleri işaret ettiği ortaya çıkıyor.
Ancak bu sonuncusu ikiye ayrılmış gibi; gerçek Kürtler ile Kürt kılığında kriptolar.
Ama belki işin en çarpıcı yanı, seçilmiş isimler oluşu bir yana, bu yüzler tarihin derinliklerinde uyumuyor, günümüze kadar geliyor oluşu…
Kitap:
Usta’nın Göremediği Siyasi Tuzak
[1] Bilal Şimşir, ‘Kürtçülük’, Cilt I, s. 393. Bilgi Yayınevi, 2007
[2] Murat Bardakçı, ‘Din birleştirici unsursa Osmanlı İmparatorluğu neden battı’ başlıklı köşe yazısı, Hürriyet Gazetesi,11 Aralık 2005.
[3] Şimşir, ‘Kürtçülük’, Cilt I, s. 393. Bilgi Yayınevi, 2007
[4] Şimşir, Kürtçülük, s.451.
[5] Mustafa Kemal Atatürk, Nutuk, s. 426, Atatürk Araştırma Merkezi, 2000.
[6] Gizli İslam Derneği.
[7] Mumcu, Kürt İslam Ayaklanması, s. 22.
[8] Şimşir, ‘Kürtçülük’, Cilt I s. 395.
[9] Şimşir, Kürtçülük, Cilt I, s. 301.