Özel Dosya

Kürt Gerçeğinde Bilmediklerimiz.. ‘Kim Bu Barzani’

Osmanlı Devletine karşı isyan edenlerle Cumhuriyet’e karşı isyan edenler arasında bir bağ var mıdır?

Osmanlı’ya ilk isyan eden Şeyh Ubeydullah, ikinci isyan eden Şeyh Abdusselam Barzani, üçüncüsü de Molla Selim’dir.

Cumhuriyete karşı isyan eden Seyit Abdulkadir ve Şeyh Said ile Osmanlı’ya isyan eden şeyhler arasında aralarında bir bağ var mıdır?

Şimdi yakından bakalım..

Mesud Barzani’ye göre amcası Şeyh 2’nci Abdusselam Osmanlı’nın bölgedeki zulüm ve baskısına dayanamamış, isyan etmiştir, yani özel bir nedeni yoktur…

Abdusselam, Kürtlerin Osmanlı devletinden gördükleri baskıların farkındaydı. Bu yüzden Osmanlı zulmünden kurtulmanın yollarını arıyordu…

O dönemde faaliyet gösteren Kürt Teali ve Terakki Cemiyeti, Hevi ve Kürdistan Bağımsızlık Cemiyeti gibi Kürt örgütleriyle sağlam ilişkiler kurmuştu. Abdusselam’ın Şeyh Mahmud Berzenci, Şeyh Abdulkadir ve Sımail Ağa Şikaki(Sımko) gibi dönemin önde gelen Kürt liderleriyle de iyi ilişkileri vardı. Ve Şeyh bu ilişkilere güvenerek, Osmanlı’nın baskı ve zulmüne son vermek için harekete geçmişti.

Mesud Barzani işte böyle diyor ve biz deyişten, bu isyan gibi görülen olayın 1908’deki siyasi örgütlenmelerden sonra gerçekleştiğini anlıyoruz çünkü ‘Abdusselam Kürt Teali ve Terakki gibi cemiyetlerle sağlam ilişkiler kurdukatan sonra yola çıktı’ diyor Mesud Barzani.

Yani, tarihçi Uçar’ın tespiti olan 1909 yılı doğru görülüyor…

Sıraç Bilgin ise ‘neden Barzani’ sorusuna cevabını ve bu hareketin temelini tamamen ütopik duygu ve düşüncelere dayandırmış.

Sıraç; Barzani’nin ruhsal, fiziksel ve siyasal şekillenmesinde dramatik sıçramalar aranmamalı, aksine bunu ağır ilerleyen bir sürecin ürünü olarak görmeli’ diyor ve bu hareketi, ‘20’nci yüzyıl Kürt tarihinin yarattığı şekillenme’olarak tanımlıyor.

Bu harekete Barzanilerin seçilmesini de yaşandığı ileri sürülen mağduriyetlere bağlıyor;

‘ (Barzaniler) Osmanlılarla mücadeleyi gördü. Şeyh Abdusselam’ın darağacında sallanan vücudunu seyretti. Büyük savaşta ulusunun eritilişini, açlığını ve çaresizliğini yaşadı. Onlarla beraber katlandığı her zorluk Barzani’ye ulusunun fertleri ile dayanışmayı öğretti. Nakşibendi medresesine egemen olan sofizmin ilkelerinden biri olan tevekkülü hiç elden bırakmıyordu’[1].

Bu sayılan gerekçelerin doğruluğuna inanmak oldukça güç.

Çünkü o yıllarda Barzan’da  gerçekten Osmanlı’nın bir baskı ve zulmü yaşanıyor ve de buna karşılık bir isyan gerekiyor olsaydı, Zibar gibi, Berzenci gibi, Surçi gibi Barzanilerden çok daha güçlü aşiretler vardı ve çekilecekse eğer bir tetik, onlar çoktan çekmiş olurdu yani Barzanilere gerek kalmazdı.

Dolayısıyla bu gerekçeler pek inandırıcı değil.

Sıraç’ın ileri sürdüğü ‘ağır ilerleyen bir sürecin ürünü’ olduğu gerekçesine katılmak da mümkün değil çünkü o tarihte zaten siyasi bir süreç yok; Kürt adıyla başlayan ilk siyasi örgüt İstanbul’da daha yeni kurulmuş.

Öncesindeki Baban-Botan ve Soran isyanlarının zaten bir siyasi Kürtçü isyan olmadığını biliyoruz. Dolayısıyla bu isyanı, ağır ilerleyen bir sürecin ürünü olarak görmek de pek mümkün olmuyor.

Bir diğer gerekçe olarak ileri sürülen ‘Barzanilerin yaşamış olduğu mağduriyetlere’ gelince, Sıraç, bu mağduriyete ‘asılmış bir şeyh 1’nci Abdusselam vakası’nın yol açtığını’ söylüyor; 

‘Mustafa Barzani’nin doğumundan önce dedesi 1’nci Abdusselam, Osmanlı’nın mecburi iskanına ve zorla askere almalarına karşı ayaklanmış, görüşmelere gittiği Musul’da asılmıştı.’[2]

Sıraç böyle yazıyor ancak bu önemli olay nedense Mesud Barzani’nin anılarında yer almıyor. Mesud Barzani, dedesinin asıldığını değil, 1872’de vefat ettiğini yazmış.

Üstelik tarihçi Ahmet Uçar açık açık Sıraç’ı yalanlıyor, işte o sözleri;

Siyasi Kürtçülerden Sıraç Bilgin, ‘1’nci Abdusselam, Osmanlıların mecburi iskanına ve zorla askere alınmalarına karşı ayaklanmış, görüşmelere gittiği Musul’da asılmıştı’ dese de ne Osmanlı kaynakları ne de konuyla ilgili Kürt kaynakları bu bilgileri doğrulamamaktadır.’[3]

Bu çelişkileri Barzanilere tarihi manipüle ederek siyasi bir kimlik giydirme çabaları olarak anlayabiliriz…

Yine Uçar, bölgede zorunlu iskan ve askerlik meselesi değil, aşiret ve tarikat kavgalarının yaşandığını anlatıyor.

 Kavga edenlerin kimliği ise ilginç; Şemdinli’den Muhammed Sıddık(Şeyh Abdulkadir’in kardeşi) ile Barzan’dan Şeyh Muhammed(Mesud Barzani’nin dedesi) …

Kavga olayı da şöyle: Rus Kürdolog Bazil Nikin’e göre, kaba yöntemlerle kendi nüfuzunu sürdüren Barzan Şeyhi Muhammed, Şeyh Ubeydullah Nehri’nin 1880 isyanı nedeniyle Hicaz’a sürülmesinden sonra bölgedeki nüfuzunu daha da arttırmış, civardaki aşiret liderlerine birer birer boyun eğdirmiştir.

Sonrasında o da dedesi 1’nci Abdusselam gibi ‘Mehdiliğini’ ilan eder. İş sadece Mehdilik’le kalmaz, Musul’a dolayısıyla da Osmanlı’ya ‘cihad-ı mukaddes’ ilanına soyunur.

Bunu kabul etmeyenleri ise acı bir son, feci ölümler beklemektedir…

Zibar aşireti liderlerinden Molla Perisey’in başına gelenler korkunç ve tüyler ürperticidir;

 “Molla parça parça edilerek öldürülmüş, bu parçalar oyulmuş yaşlı bir ceviz ağacının gövdesine konularak yakılmıştır. Barzanilere bağlı Becil Şeyhi, Nehrili Şeyh Muhammed Sıddık’a yazdığı bir mektupta şöyle der;

‘Burada adlarını bile anmak istemediğim bu rezil aşiretin ve bu kötü ruhlu ailenin bana ettikleri namussuzca işler, onur kırıcı işler de var ayrıca. Burada senin tarafsız kararını istiyorum. Bilirsin ki, onlar Kuran’ı Kerim’e bile acımamamış ve onun sayflarını çöpe atmışlardır. Benim mescidimi kirletmişlerdir.’[4]

İşte kavgalarının nedeni budur; post kavgası.

Biz işin aslına gelelim…

Süreç Kuzey Irak’ta beyliklerin kaldırıldığı, yerini şeyhlerin aldığı bir süreçtir. Bu süreçte, Osmanlı Devleti Bektaşiliğe karşı Halidi Nakşibendiliği destekliyordu.

Amaç; İran’ın Anadolu ve Irak topraklarında yaymaya çalıştığı Şiilik mezhebinin genişlemesini önlemekti. Bu amaçla Yeniçeri Ocağı’nın tarikatı olan Bektaşi tekkelerinin yönetimi de Halid-i Nakşibendi şeyhlerine devredilmişti.

Böylece bu tarikat Sünni mezhebinin koruyuculuğu ve Şiiliğe karşı savunulmasını üstlenmiş, Osmanlı’nın verdiği destekle hem Irak hem de Anadolu’ya yayılmıştı[5].

Üstelik bu şeyhlere Osmanlı Devleti tarafından vakıflar tahsis edilmiş, erzak, taamiye ve maaş bağlanmıştı.

Yani Nakşibendi şeyhlerinin bu bölgede güçlü olduğu bir dönemdi…

Barzan şeyhleri başta Zibari olmak üzere diğer ağalara karşı sömürülen aşiretsiz köylülerin savunucusu olarak ortaya çıktılar.

Büyük bir sömürülen köylü nüfusun barındığı bu feodal bölgenin, şeyhler için yerleşebilecekleri ve taraftarlarını kolayca harekete geçirebilecekleri bir bölge özelliği vardı. Örneğin Şeyh Ubeydullah Nehri -tıpkı Şeyh Mahmud Berzenci gibi- gücünü bir çok aşiret reisinin kendisiyle yaptığı ittifaktan almış olduğu halde, Barzan şeyhlerinin gücü aşirete değil, aşiret karşısında varlığını koruyamayan aşiretsiz köylülere dayanıyordu.

Osmanlı’ya tetik çeken Abdusselam Barzani sıradan bir cami hocası değildi;

Mevlana Halid-i Bağdadi’den icazet almış büyük bir Nakşibendi halifesiydi. Üstüne üstlük Seyit Abdulkadir’in dedesi Seyit Taha da Şeyh Halid’in Anadolu halifesiydi.

Böylesi bir dini otoriteye, 1856 yılında kaldırılan emirliklerin başı boştaki aşiret güçlerİ ilave edildiğinde, Barzanilerin o bölgede nasıl bir güç olduğu görülebiliyor.

Bu noktada, Şeyh 2’nci Abdusselam’ın hem sahada hem de kaybedecek bir şeyi olmayan köylülerin reisi olarak nasıl bir gücü temsil etmekte olduğu anlaşılabilir.

Hollandalı sosyolog Bruınessen Abdusselam’ın köyü Barzan’ı ve gücünü şöyle tanımlıyor;

‘Barzan, Şemdinli güneyi, Irak’ın kuzeyinde yer alan, Zibari aşiretinin topraklarına ve diğer aşiretlere sınır olan bir köydü. Burası kurumsallaşmak isteyen bir şeyh için ideal özellikler taşımaktaydı.

Bölgede sıkça görülen aşiretler arası çatışmalarda bir şeyh kolayca arabuluculuk yapabilir ve bu sayede güçlenebilirdi. Bu nedenle Seyit Taha stratejik açıdan önemli bu köye halifelerinden biri olan Abdurrahman’ı göndermiş ve onun eliyle tüm bölgede güçlenmişti.

Üstelik Barzan şeyhleri İstanbul’daki Seyit Abdulkadir’in ve Şemdinli’deki Şeyh Muhammed Sıddık Nehri’nin nüfuz sahası içindeydi’[6].

Tüm bu yönleriyle Barzanilere bakıldığında, Şeyh Abdusselam’ın İstanbul’daki siyasi Kürtçü hareketinin sahadaki temsilcisi olarak neden öne atılmış olduğu da görülebiliyor: İsyan coğrafyasında bir Barzani; eski bey oğulları ve Talabani desteğinde bir Barzani; Halid-i Nakşibendi şeyhi bir Barzani…

Üstelik bu güç masada değil, sahadaydı.

Bu süreçte, Bedirhanlar ve Seyit Abdulkadir İstanbul’daydı, devletle yakın ilişkileri vardı. Barzaniler ise aşiretsiz bir köylüydü ama bölgeye hakim bir güçtü ve sahadaydı.

Üstelik Barzaniler yalnız değildi; Talabaniler yol arkadaşıydı.

 Bir de buna, Talabanilerin de bir Halidi Nakşibendi şeyhi olduğu ve bu şeyhliğin de Şemdinli/Nehri(Bağlar) köyündeki Seyit Taha’dan geldiği eklenirse, nasıl bir güç ile karşı karşıya bulunduğumuz görülebilir.

Şimdi baştaki soruya dönelim..

Osmanlı Devleti’ne karşı isyan edenlerle Cumhuriyet’e karşı isyan edenler arasında bir bağ var mıydı?

Görülen tek bağ, hepsinin Halidi tarikatının şeyhleri oluşundan başka bir şey değil ama..

Buna İsrail’in BİP, ABD’nin BOP projelerini eklerseniz, Barzani’nin de bu projelerinin Irak’taki ayağı olduğunu düşünürseniz ve Türkiye penceresinden bu resme bakarsanız ne görüyorsunuz?

Bugün 29 Ekim 2023, Cumhuriyetin 100. Yılı..

Cumhuriyeti seviyorsanız, koruyacaksınız.

Kitap:

Büyük Suikast/Kürt Gerçeğinde Bilmediklerimiz..

Kaynakça:


[1] Sıraç Bilgin, ‘Barzani’, s. 50.

[2] Age, s. 15.

[3] Ahmet Uçar, ‘Hahamların Torunları, Barzaniler’, s. 17.

[4] Age, s. 18.

[5] Sinan Marufoğlu, ‘Osmanlı Yönetiminde Kuzey Irak’, s. 59.

[6] Van Bruınessen, ‘Ağa, Şeyh, Devlet’, s. 343.

Erdal SARIZEYBEK

Emekli Albay, Araştırmacı Yazar Terör ve siyaset üzerine yayınlanmış 16 eseri bulunmaktadır.
Başa dön tuşu